30 Kasım 2016 Çarşamba

Affediyorum

Affediyorum.
Yürümeyi öğrenmek için telaş içinde sık ve minik adımlar attığım sırada ayağıma takılan halıyı,
Düştüğümde ellerimi ve dizimi parçalayan, güzel bahçemizin küçük taşlarını,
Tek başıma yemek yemek için çırpınırken boğazıma kaçan o bir damla suyu,
Yediğim yemekten üzerime dökülen ve bana beceriksiz hissettiren her lokmayı.
Affediyorum çünkü, affetmediğim her gün yeniden kirleniyor üstüm ve yeniden yaralanıyor dizlerim.
Affediyorum.
Topladığımda 11 etmeyen iki tane 1’i,
Kırmızısı kalmadığı için siyahını aldığım ayakkabıyı,
Kumandayı bir türlü bana vermeyen ablamı,
Kahvede bana oralet ısmarlamayan Hasan Amcayı.
Affediyorum çünkü, öğrendim 1le 1i topladığımda 2 ettiğini, Hasan Amcanın belki de parası olmama ihtimalini.
Affediyorum.
Montumu onun montunun yanına astığım halde onu ne çok sevdiğimi anlamayan ilk aşkımı,
Aldığım ilk zayıf notu,
Bağıra bağıra şarkı söylediğim için herkesin içinde bana kızan okul müdürümü,
Andımız’ı ciddiyetsiz okuduğumda işittiğim azar için kendimi.
Affediyorum çünkü, öğrendim saygı duruşunda durmam gereken her yeri, şarkıları mırıldanarak söylemeyi.
Affediyorum.
Uykucu bir kız olmaya başladığımda sabah 7de çalan alarmımı,
Asla istediğim güzellikte olmayan saçlarımı,
19 sayısını,
Ses kayıtlarında, videolarda duymaya tahammül edemediğim sesimi,
Titreyen ellerimi,
Sıkıp ellerimi kanattığım için hep kısa kalan tırnaklarımı,
İnandığı şey uğruna yaptığı her hata için, kendimi.
Affediyorum çünkü, 19 güzel bir sayı, saçlarım hep güzel ve ellerim artık daha az titriyor.
Affediyorum.
Ben dünyanın en cesur kadınıymış gibi davranırken, korkan adamları,
Aklım kaçırılırken seyirci kalıp kılını kıpırdatmayan dost bildiklerimi,
Beni arada bir yarı yolda bırakan sevgili bedenimi,
Olur olmadık yerde kalkıp beni ele veren sağ kaşımı.
Affediyorum çünkü, öğrendim ki, olması gereken olurmuş her zaman. Sen ne kadar çabalarsan çabala, bazı hayaller, bazı umutlar başka zamanlarınmış.
Affediyorum.
İnadına sayısal, inadına İzmir, inadına hemşirelik okuyan o inatçı kadını,
Her şeyi eline yüzüne bulaştıran kalbimi,
Mütemadiyen her ayrıntıyı hatırlayan hafızamı,
Şarkıları güzel söylemeyi beceremeyen sesimi,
Kalabalıkta ağlayamayan gözlerimi,
Bazı bazı çabuk pes edişlerimi,
Arada bir boşa inat edişlerimi,
Kırılan tüm hayallerimi,
Gidemediğim tüm yolları,
Hissedip inkar ettiğim tüm duygularımı,
Güçlü görünmek adına ruhuma ve bedenime çektirdiklerimi.
Ve daha nicelerini affediyorum, çünkü affetmedikçe dönüp dolaşıp hep kendime yeniliyorum. Yine ilk benim omuzlarım düşüyor, ilk kendime küsüyorum.
Kalbimin telaşını, sesimin çatlaklı oluşunu, yeteneksizliğimi, yaşamaya olan inadımı alıp karşıma kucaklıyorum. Tüm bu detaylarla varım ben, biliyorum.
Şimdi, affettiğim her yükü  bir balon yapıp patlattıktan sonra, hem hafifliyor, hem de yepyeni yollarımın önünü açıyorum.
Tezer Özlü’nün  de dediği gibi
“Doyumsuz dünyamı avucumun içine alıp sıkıyorum.
Her şeye hazırım.
Hastalığa.
Aşka.
Gitmeye.
Kalmaya.”

30 Ekim 2016 Pazar

Unicorn

Aklımı kaçırıyorum sandım. Oysa bir miktar mantıklı düşününce kendi aklımı kaçırmamın imkansız olduğu sonucuna vardım. Aklımı kaçıranlar onlardı. Onlar, biraz fazla kalabalıktılar ve benim kendime zor yeten aklım kaçmaya meyilliydi. Gitmesine izin verdim ben de, zaten gerçekten gitmeyi göze almış hiçbir şeye gitmemesi için baskı yapılmaz. Benim ahlak kurallarım böyle emreder çünkü. Sonuç olarak aklım kaçmıştı, halk dilinde buna delirmek denilse de ben buna Can Bonoma’ya katılarak “belirmek” demek istiyorum. Eğer delirdiyseniz artık onlardan değilsiniz demektir ve bu da sizi onlardan daha belirgin yapar. Bir müddet onlardan-mış gibi yaptım, aklımın olmayışı uzun sayılacak bir süre boyunca kimse tarafından fark edilmedi. İlk açık verdiğimde kapalı telefonumdan NASA ile görüşüyor ve ona beni neden hala Satürn’e göndermediğini soruyordum. İlk başta gülüp geçtiler, ben de güldüm. Açıklama yapmak istemediğimde gülerim ve her zaman işe yarar. Olmayan aklımla, nice akıllıyım diye geçinen insanı bu taktikle alt ettim ben. Sonra bir gün ayak parmaklarımla dertleşirken yakalandım, açıkçası bu pek hoş olmadı çünkü bu bir miktar daha deşifre olmama neden olmuştu. Pek önemsemedim, çünkü önemseyecek bir aklım yoktu.

Herşeyi dediler, delisin dediler, kırıksın dediler, ya kızım manyak mısın dediler. Ama bir kere bile “neden” demediler. Senin aklını kaçırmışlar, bulmana yardımcı olalım demediler. Adresi  bilmesem de kaçıranları tanıyordum halbuki. Bana “delirdin” demek kolaydı, biri de çıkıp aklımı kaçıranların ocağına incir ağacı dikmedi. İnanır mısınız ayak parmaklarım bile daha çok ilgilendiler bu konuyla. Beni bırakıp gidemedikleri için bulup getiremediler aklımı. Beni bırakıp gidemedikleri için kaçan aklımın hesabını soramadılar kimseden. Ayak parmaklarımı bazı insanlardan daha fazla seviyorum.


Aklımı kaçıranlar bir gün geri getirirler mi yada benim sevgili aklım beni özleyip bir yolunu bulur gelir mi bilmiyorum ama ben boşalan yerini çoktan doldurdum. Gelirse ayakta kalır, onun için yapabilecek bir şeyim kalmadı. Onlara göre delirdim, bana göre belirdim. Portakalı soyup baş ucuma, aklım gidince boşalan yere beyaz bir Unicorn koydum. Üstelik eskisinden daha estetik oldu. 

23 Mayıs 2016 Pazartesi

Bisikletimle Galaksi-2

Başıma neler geldi inanamazsınız. Şu an ozon tabakasına oturmuş öyle yazıyorum bunları. Ozon tabakası deliniyor diyorlar ya, yalan. Tam seksen beş milyon kilometre ozon sınırında bisiklet sürdüm öyle buldum deliği. Minicik bir delik için çok gürültü yapıyor bu insanlar. Kesin Satürn’de beni bekleyen dostlarım çok sinirlenip taş atmıştır, ondandır bu delik. Yoksa insan gücüyle delinecek gibi değil. Delikten aşağı bacaklarımı sallandırdım. Yarı bedenimi yer çekerken diğer yarım uzay boşluğunda. Zaten bozuk olan kimyamın canına okuyorum şu an. Kan dolaşımım delirmiş durumda. Çok eğleniyorum.

En son bir uçak kanadında dinlenmiştim. Sonra uçakların gelemediği yerlere ulaştım. Bulutlarda uyuyakalmışım. Ne kadar uyudum, kaç gün doğumu kaçırdım inanın bilmiyorum. Bir buluttan rica etmiştim bisikletime sahip çıkmasını. Ben uyurken rüzgar onu savurmuş. Zaten hiç sevmen rüzgarları. İşin yoksa git bisikletini bul şimdi diye söylenirken beni misafir eden bulut, bulutlararası bir iletişim ağı sayesinde hemen buldu kırmızı bisikletimi. Bulutlar insanlarla karşılaştırılamayacak misafirperverlikte. Sevgili buluta minnetlerimi iletip yeniden koyuldum yollara. Uçaklardan sonra kuşlar da kayboldu ortadan. Ya benim bisiklet sürdüğüm yerde nasıl kuşlar olmaz hala şaşkınım. Neyse, henüz keşfedilmemiş bir cennet burası. Bulutlar ve ben. Yukarı doğru hızla bisikletimi sürerken ön tekerim sert bir şeye çarptı da öyle durdum. Önce inanamadım, sonra heyecandan ne yapacağımı bilemedim. Çığlık çığlığa ‘ozon tabakası merhabaaaa’ diye bağırıdm. Duymamış olamazsınız! Yada olabilirsiniz, çünkü size çok uzaktayım. Olayın etkisi ile bir süre sevinç naraları attım fakat sonra kafama dank eden düşünce beni yıktı. Ozon tabakasına ulaşmıştım ama öbür tarafa geçmem imkansızdı. Yumruk attım, ısırmayı denedim, bisikletimin direksiyonuyla bile delmeyi denedim ama olmadı. Böyle olacağını bilsem emaneti alırdım yanıma. Sonra kafamda bir ışık belirdi. Evet hatırladım. Dünyadayken ozon tabakasının delinmesine dair haberler okumuştum. Tamam şimdi bir delik bulup öbür tarafa geçecektim. Sonrası zaten gelsin yer çekimsiz hayat gelsin özgürlük! Yokladım, her yerine dokundum ozon tabakasının. Ellerim aşındı ama yoktu işte öyle bi delik. Hani belki incelen kısımları vardır diye farklı yerlerine diş geçirdim ama olmadı. Sonra yine pedala kuvvet.  Tam seksen beş milyon kilometre bisiklet sürdüm. Sonunda bir delik buldum. Hayal ettiğimden daha küçüktü. Öyle küçüktü ki narin popomun geçmesi biraz zor oldu. Ama çok değil! Ayrıca dediğim gibi, delik küçüktü, hep ondan…


Şimdi ozon tabakasında oturmuş yazıyorum. Buradaki manzara tek kelimeyle mükemmel. Üstelik kan dolaşımıma oynadığım oyundan inanılmaz keyif alıyorum. Buradan sonraki durağım neresi olur hiç düşünmedim. Son durak Satürn. Dediğim gibi, bi çay içip geri geleceğim. Tek derdim biraz kafa dinlemek. Çok sıkıldım leş dünyanın gürültüsünden. Bir de, sadece orada bulamazlar beni.  

5 Mayıs 2016 Perşembe

6'sı Olmasa

     Bir şiir, bir şarkı. Bir Attila İlhan, bir Ahmet Kaya. “Bir” ile anlatmanın zorluğu altında ezilerek anlatmak istiyorum bugünü. 6 Mayıs’ın her yıl içimize çöken acısını, Deniz’i, Yusuf’u, Hüseyin’i. 

     Hikaye tanıdık. Darağacında verilen “son” nefes. Hatırlandıkça, ilham alındıkça “son” olmaktan sıyrılıp birçok insana “ilk” olmuş üç nefes. Adına şiirler yazılmış üç fidan. Adına şarkılar söylenmiş, ağıtlar yakılmış üç koca yürek. Attila İlhan’ın dizeleri, Ahmet Kaya’nın sesi.

Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız.
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız.
Gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız.
Yalnız kederli yalnızlığımız da sıralı sırasız.
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız.

Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı,
Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı.
Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı,
Gittiler akşam olmadan ortalık karardı.

Bitmez sazların özlemi daha sonra daha sonra…
Sonranın bilinmezliği bir boyut katar ki onlara…
Simsiyah bir teselli olur belki kalanlara…
Geceler uzar hazırlık sonbahara.

     Attila İlhan şöyle anlatır şiiri yazış hikayesini;  “12 Mart sonrasının kahır günleriydi. Bir sabah radyoda duyduk ağır haberi: Deniz'lere kıymışlardı. Karşıyaka'dan İzmir'e geçmek için vapura bindim. Deniz bulanıktı; simsiyah, alçalmış bir gökyüzünün altında hırçın, çalkantılı... Acı bir yel esintisinin ortasında aklıma düştü ilk mısra... Vapurda sessiz bir köşe bulup yüksek sesle tekrarladım. Vapurdan indikten sonra da rıhtım boyunca bu ilk mısraları tekrarlayarak yürüdüm".

     Çok dinledim Ahmet Kaya’dan ve geç öğrendim hikayesini. Kim dedim bu Müjgan? Hangi adamlardı güneşten ışık yontanlar? Öğrendim Deniz’lerin hikayesini. Nasıl inanç ve inatla güneşten ışık yonttuklarını. Müjgan’a gelince… Müjgan, Sadri Alışık’ın Müjganlarından değilmiş. “Kirpik” demekmiş. O mahur beste çaldığında kirpiğiyle ağlaşmış Attila İlhan. Şarkıyı öyle derin söylerken sesini titreten Müjgan değil, kirpiğiymiş Ahmet Kaya’nın.

      “Simsiyah bir teselli” oldu kalanlara Deniz, Yusuf, Hüseyin. Hatırladıkça ruhumuza batan çuvaldız, cesaretimizi okşayan gözyaşı. Geceler uzadı onlardan sonra, karanlık çöktü. Hazırlandığımız sonbahar geldi, fırtına koptu. Onlardan bize, anlamaya doyamayacağımız ve asla tam anlayamayacağımız hikayeleri kaldı.  Anlamak yetmez, özümsemek şart bu hikayeyi.  Dava uğruna darağacına “bayram yerine gider gibi”  giden adamların hikayesi bu. 

     Darağacında kaldı sandılar Deniz, Hüseyin, Yusuf'u. Oysa ölen sadece bedenlerdi, fikirlerini öldüremediler. Ve gerçek şu ki, fikirler var oldukça "ölüm" denen olgu sadece kelimeden ibaretti. Çok sonra idrak ettiler. 

    Her 6 Mayıs aynı sözü hatırlatır bana. Her 6 Mayısta aynı sözler dolanır aklımda. "Ve cellat uyandı yatağında bir gece, Tanrım dedi, bu ne zor bir bilmece. Öldükçe çoğalıyor bu adamlar, ben tükenmekteyim öldürdükçe.". Tükendiler Denizim, Yusufum, Hüseyinim. Tükendiler yüreği yaşından büyük adamlarım. Sizin giderken yaktığınız sokaklarda tükendiler. Arkalarından yenileri geldi ama merak etmeyin tükenecekler. Sizden öğrendik, inanmayı, fikirlerle savaşmayı. Sizden öğrendik güneşten ışık yontmayı. Siz, gittiğiniz yerde rahat uyuyun. Güneşten ışık yontup Müjgan'la ağlaşma sırası bizde!
    

2 Mayıs 2016 Pazartesi

Bisikletimle Galaksi-1

       Kırmızı bir bisikletle galaksi turuna çıktım. Bisiklet yolu var bulutların arasında gökkuşağı manzarasında pedal çeviriyorum. Kuşlarla yarışıyorum. Yorulunca bir uçağın kanadında soluklanıyorum, yancılık yapmadığım tek bir havayolu şirketi kalmadı. Ayakkabı giymeyi unutmuşum, ayaklarımın acıması dışında hiçbir sorun yok. Bir de bazen çok esiyor, zor zapt ediyorum bisikleti. Zaten hiç sevmem rüzgarları. Yağmurlu havalar en sevdiğim, giderek güneşe yaklaşıyorum malum, güzel serinletiyor yağmur. Az yolum kaldı atmosferi terk edeceğim. Uzay boşluğuna bir vardım mı gerisi kolay. Yerin bile beni çekmediği yerde bisiklet sürmek hayal edemeyeceğim güzellikte olmalı. Hedefim Satürn’ün halkasında çay içip geri gelmek. Tek derdim kafa dinlemek inanın, çok sıkıldım leş dünyanın kalabalığından. Üstelik bir tek burda bulamazlar beni. Bazen saklanmak çok zor, küçükken saklambaç oynamak kadar kolay olmuyor işte büyüyünce işler. O zamanlar çöp kadardım. Büyüdüm, artık çöp bidonu kadarım. Meraklanmayın, bisikletim beni taşıyacak kadar büyük. Neyse tatsız şeyleri boşverelim, burda inanılmaz bir manzara var. Üstelik bulutlar çok misafirperver ve kuşlar harika yarışçılar. Gereksiz paramı almadıkça tüm uçakların kanatları gayet konforlu. İmkanınız olursa bir uçağın kanadında seyahat etmeyi deneyin. Hem ucuz hem rahat. Şimdi ismini vermemin pek hoş karşılanmayacağını düşündüğüm bir havayolu şirketinin uçak kanadında yazıyorum size bunları. Bir daha ne zaman fırsatım olur bilmiyorum. Gördüğüm her ayrıntıyı anlatacağım, yada anlatmam bilmiyorum. Uçak beni istemediğim yerlere götürmeden burdan gitmeliyim. Hoşkalın. 

15 Nisan 2016 Cuma

Ruh Teri

Yorulduğunu hissedeli çok olmuştu oysa. Bununla başa çıkmayı, etrafa çaktırmadan halletmeyi öğrenmişti. Sabah kalkar soğuk bir duş alır, sadece kendisine enerji veren ve etraf tarafından beğenilmeyen saçma şarkılarını dinler, ardından makyajsız ve sıradan yüzüne aynada bakarken “sen güçlüsün” derdi. Kocaman ve sahteliğini yalnızca kendisinin bildiği gülümsemesini yüzüne yerleştirir çıkardı yola. Hava güzelse mutlaka yürürdü. Sımsıkı sarılırdı dostlarına, kemiklerini kırarcasına, aylar sonra sarılmışçasına sarılırdı, aslında her gün gördüğü canyarılarına. Önceleri gözünün içine güneş kaçmış gibi gülerdi, öncelerini unutmuş dostlarını ve biraz da kendini tatmin etmek için içten gülümsemeye çalışarak konuşurdu. Daha az önemser olmuştu her şeyi. Eskiden olsa günlerce içine dert edeceği çok şeyi bi “siktiret” kelimesine sığdırmıştı. Şen kahkahalar atmayı hep sevmişti kadın, ama sonraları attığı şen kahkahaların çoğu hissettiğinden değil alışkanlıktandı. Buna da alışmıştı. Bütün gün insanlara salça olur, kafalarını ısırarak severdi. Tuhaf sevme biçimleri vardı, inkar etmezdi kadın. Olağan sevme biçimlerinin suyunu çıkardığı için kendine özgü yöntemler bulmuştu. Belki de tek keyif aldığı şey buydu, tuhaf sevmek. Böyle geçip giderdi günler, akşama doğru pili biterdi, “ günün yorgunluğu” der geçiştirirdi, ruhunun yorgunluğunu. Tüm bu kurmaca bitip yastığa başını koymazdan önce sabah kendine güçlü olduğunu söylediği aynanın karşısına geçip “bugünü de atlattık” derdi. Yastığa başını koyduğunda beyninin sızısını kontrol altına almaya çalışmaktan bir daha yorulurdu. Bazı zamanlar yastığı gözyaşları ile ıslanırdı, gözyaşlarını ruhunun teri olarak tanımlar kendine dert etmezdi. Sonraları, ağlayamadığı zamanlar geldiğinde ruhunun terini özleyeceği günler olacaktı.

Günler bu şekilde geçip gitti. Ne kadar böyle devam ettiğini kendisi de hesaplayamadı, zaman ondan kendini çalmaya başlamıştı ve kadın bunu fark ettiğinde, yarımdan da küçüktü. Tek başınaydı, her zaman olduğu kadar tek başınaydı aslında ama eskiden yarımdı, şimdi ise yarımdan da küçük. Ruhu küçüldükçe pil ömrü azaldı. Eskiden enerji bulduğu saçma şarkıları onlarca kez dinlese de yetmiyordu. Günün en saçma saatinde pili bitiyor, kimseler anlamasın diye kendine kaçıyordu. Eskiden konuşmaktan ağrıyan çenesi artık ruhunun terini tutmak için sıktığı dişleri yüzünden ağrıyordu. Eskisi kadar iyi rol yapamıyordu kadın ve küçülmüş ruhunu henüz tanımadığı için pilinin bitiş zamanını hesaplayamıyordu. Önceleri etrafa karşı verdiği savaşa şimdi bir de kendine karşı verdiği savaş eklenmişti. Her an sönen gülüşü, yarım kalan kahkahaları, ansızın kesilen sesi… Kendisiyle yaşamak da yorar olmuştu kadını. Sustukça susuyor ve susmanın en kötü alışkanlık olduğunu bile bile bu kötü alışkanlığa bağlanıyordu. Tek değişmeyen huyu tuhaf sevme biçimiydi. Bir de “siktiret” demeleri.

Dişlerini sıka sıka tuttuğu ruhunun teri de terk etmişti onu. En fazla gözü doluyor onu da serçe parmaklarını göz pınarlarına bastırarak hallediyordu. Çocukken öğrenmişti serçe parmaklarını göz pınarlarına bastırmayı, küçükken öğrendiği en değerli şeyin bu olduğuna karar verdi. Küçükken de sevmezdi, ruhunun terini herkesin görebileceği yerlerde akıtmayı. Bu yüzden öğrenmişti bu küçük ama etkili taktiği.

Zaman akıp giderken kendisini akıntıda aşınan ve aşındıkça azalan bir kaya gibi hissetmeye başladı. Akıntı yumuşak olan herşeyi alıp götürürken, en sert kısımlarını ona bırakıyordu. Kaya gibi sert olmak güzeldi ama zarar vericiydi. Hem kendisine, hem de o kaburgalarını kırarcasına sarıldığı dostlarına.


Ne yapacağını bilmez, küçülen ruhuna yabancı, halinden şikayetçi ama eylemsizdi. Bu ne kadar böyle devam edecek bilmeden koydu başını yastığa. Ruhunun terini dilendi Allah’dan. Bildiği tüm duaları ruhunun teri için okuduktan sonra ancak gözleri doldu. Bugünü de atlatmıştı ama yarın? Bunları düşünürken uykuya daldı. O an hayatında en huzur bulduğu şey, açık balkon kapısından içeri süzülen ve ruhunu okşayan rüzgardı. 

4 Nisan 2016 Pazartesi

Çocuklar İnanılmak İster

    11 yaşında bir kız çocuğu. Çocuk diyorum, lütfen dikkat. Birazdan bir çocuğun katlanması gerekenden fazlasına omuz verecek, bir çoğunuzun kalbi sızlayacak bu hikayeyi okurken. Şimdilik tek aklınızda tutmanız gereken, 11 yaşında bir çocuk olduğu.

    Anne baba boşanmış, bilmem ne zaman. Anne gitmiş, başka bir adamla evlenip, yok saymış çocuğunu. Baba ise görünürde daha insaflı. Babaanneyle amcaya emanet etmiş çocuğu, alt kata yeni eşiyle taşınıp devam etmiş hayatına. Çocuk 11 yaşında. Muhtemelen bebekleriyle evcilik oynamak en sevdiği oyun. Anne rolünde, bebeğini asla bırakmayıp ona çeşit çeşit pasta kurabiye yapan mükemmel bir anne. Bebeği uyurken sessiz hareket eden bir anne. Oyun diyip geçmeyin, oyun da olsa o mükemmel bir anne. Çocuk işte demeyin, çocuklar ders verir bazen bize. Çocuklar çok şey anlatır. Çocuklar, anlamayı bilene dünyaları anlatır. Bu yüzden, en çok çocukları dinlerim ben. Şu suyu çıkmış dünyada çocuklardan daha temiz ne var ki, siz söyleyin?

   Lafı uzatmanın bir manası yok, çocuk oyun yaşlarında. Oyunla gerçeği ayıramayacak kadar yabancı bizim karanlık dünyamıza. Amcasının onunla oyun oynadığını sanıyor. Yıllarca oyun sanıyor, canını yakan gerçeği. Belki oyun sandığından, belki de korkusundan çekiliyor köşesine. Eminim geceleri bebeklerine sarılıp onları korumak istemiştir bu çirkin oyundan. Dedim ya, o mükemmel bir anne. Yıllar böyle akıp giderken, dayısı giriyor devreye. Bildiğiniz dayısı yahu, hani canımızın yarısı dediğimiz insanlardan. O da dahil oluyor oyuna. Oyuncular arttıkça, çocuk büyüyor. Her oyunda birkaç yaş büyüyor ruhu. 13 yaşına kadar sesini yutup anlatamıyor kimseye. Sevmiyor ama bu oyunları. Çocuklar canını yakan oyunları sevmezler çünkü.

    Bir gün bir cesaret, belki artık dayanamadığından ve belki de en çok anlaşılmak, artık kurtulmak istediğinden rehberlik öğretmeninin kapısını çalıyor. Diyor ki, öğretmenim ben artık bu oyunu oynamak istemiyorum, yardım et. Öğretmenlikten uzak, insanlıktan nasibini almamış öğretmen inanmıyor. Yalan diyor anlattıkların. Çocuk ısrarla çalıyor öğretmenin kapısını. Başka kapısı mı var çocuğun? Oyuncak bebeklerine anlatmamıştır eminim, en fazla sarılıp ağlamıştır ama anlatmamıştır. O mükemmel bir anne, üzmek istememiştir çocuklarını. Ne diyordum, öğretmen… En sonunda bir Aile Sosyal Politikalar Bakanlığı çalışanı ile konuşuyor. Mevcut düzenin şaşırtmayan tepkisi, takipsizlik veriyor, araştırmaya tenezzül dahi etmeden. Çocuk artık inanılmamaktan yorulmuş bir halde, kendince son kez çalıyor öğretmenin kapısını. “Siz” diyor, “ Siz bana inanmıyorsunuz ama ben size kanıt getireceğim.” Bu cümle bile kulaklarımın uğuldamasına yetti. Nasıl bir kanıt getirecek, üç saniye düşünün gözlerinizi kapatıp. 13 yaşında bir çocuk, tecavüz ispatı için nasıl bir kanıt getirebilir ki? Üç saniye düşünmek bile yetiyor içimi darlamaya. Öğretmen, getir diyor. Eminim o da korkmuştur. Yada belki de ciddiye bile almamıştır. Mesele bu değil, mesele aslında bu da. Neyse.

   Ertesi gün elinde bir poşetle geliyor çocuk. İçinde ne olduğu belirsiz bir sıvı. “Bu ne?” diyor şaşkın öğretmen. 13 yaşında bir çocuk yaşına ilişmemesi gereken bir soğukkanlılıkla “ amcamla oynadıktan sonra ondan dökülen sıvı” diyor. AMCAMLA OYNADIKTAN SONRA ONDAN DÖKÜLEN SIVI. AMCAMLA OYNADIKTAN SONRA ONDAN DÖKÜLEN….

   Bu cümle, kulaklarımda öyle çok tekrar etti ki kendini. Hikayenin kalan kısmını duymadım. Yasal işlemler, öğretmene ve Aile Sosyal Politikalar Bakanlığı çalışanına soruşturma. Amcayla dayıya hapis. Çocuğa muhtemelen devlet koruması. Çocuk demeye utanıyorum. Çocuklar amcalarının spermlerini kaşıkla bir poşete koyup getirmemeli, çocuklar o kaşıkla kumla suyu karıştırıp çamur ve o çamurdan pastalar yapmalı. Çocukların canı bisikletten düştüklerinde acımalı. Çocukların gözündeki yaş, gülmekten akmalı. Çocuklar yaşlarından erken büyümemeli.

   Neden yazdım bunu? 5 gün önce, İzmir Çocuk İzlem Merkezi’nin eğitime katıldım. Orda anlattılar. 5 gündür aklımdan çıkmıyor. Sizin de aklınızdan çıkmasın diye yazdım. Sadece 1 yılda 932 çocuk istismarı tespit edilmiş. Ve sadece İzmir’de. Ve sadece tespit edilenler. Ulaşamadığımız belki bir bu kadarı daha. Bişey yapmalı diyorum. Sinirlenip öfkelenmekle olmaz, bişeyler yapmalı.

   Bir çocuk gelir de size anlatırsa nolur inanın. Bir çocuk böyle bir yalan söylemez çünkü. Bir çocuğun aklına böyle bir yalan söylemek gelmez. İnanın. Siz inanmadıkça o çocuk o acıları yaşamaya devam edecek. Ta ki birileri ona inanana kadar. İnanın ve yardım etmekten korkmayın. Çocukların gülmediği bir ülkede, çiçekler açmaz. Kurak toprakların mutsuz ve umutsuz insanları olur çıkarız.

  Çocuklar hep gülsün, çocuklar sadece gülsün.

26 Mart 2016 Cumartesi

İzmarit

      Sen bir duraktaydın sevgilim. Üstelik henüz hangi otobüse bineceğine karar veremediğin için haddinden fazla uzun zamandır o duraktaydın. Bense senin sol cebinde duran sigara paketinin içinde ters çevirip 'dilek sigarası' yaptığın sigaraydım. Öyle içinden söylemiştin ki dileğini, ben bile duymamıştım. Sen o durakta öyle uzun bekledin ki, tüm sigaraların bitti ve nihai son geldi. Belki de ve muhakkak içinden dileğini tekrarlayıp aldın beni parmaklarının arasına. Öyle inceydi ki ellerin, kendi ellerimden utandım. İki dudağının arasına yerleştirdin beni ve son kibritinle ateşledin. Öyle derinden çektin ki nefesini, yanmamam imkansızdı. Yandım sevgilim, başka seçeneğim var mıydı? Sen dumanımı o kıvrak çenenle daireler halinde savururken ben bitiyordum, fark etmedin. Sonra bişey oldu, halimizden hiç de şikayetçi değildik oysa ki. Ateşim dudağını yakmış olacak ki, yada ben öyle sandım, ani bir hareketle beni kaldırıma fırlatıp üstüme bastın. Yarım kaldım sevgilim, daha ateşim izamrite dayanmamıştı. İlk gelen otobüse atlayıp gittin. Yapma dedim sana, gitme dedim. Duymadın, hiç dinlemedin. Ben o durakta onlarca yarım kalmış sigaradan biriydim. Üstüme kaç ayak daha bastı, ama sana yemin olsun hiçbiri seninki kadar yakmadı canımı. Sonra üstüme yağmurlar yağdı, köpekler işedi. Birkaç temizlik görevlisi geldi, süpürmeye çalıştı beni. Kaldırım taşlarının arasına sıkıştırıp kendimi, seni beklemeye direndim. Ben iyice ezilip büzüldüm, öyle çok bekledim ki, neyi beklediğimi unuttum. Ama seni unutmadım sevgilim. İncecik parmaklarını, nefesini hiç unutmadım. Sonra karlı bir İzmir gecesinde, ki bu çok nadir gecelerdendir, sen geldin. Saklandığım ve artık çöpçülerin bile umursamadığı yerimden çekip aldın beni. Değişmiştin, ellerin büyümüştü sanki. Önce uzun uzun baktın bana. Sonra tozumu üfleyip tekrar yakmak istedin. Fakat sevgilim, ne senin nefesin eski kuvvetindeydi, ne de ben eski gücümdeydim. Kızma bana sevgilim, sen yokken çok eskitti bu şehir beni. Kolay olmadı o durakta öylece seni beklemek. Dedim ya, köpekler bile üstüme işedi. Sana gitme demiştim sevgilim. Sen nefesini boşa harcadığınla, bense beklediğimle kaldım. Keşke o çöpçüye direnip saklanmasydım kaldırımların arasına. Keşke İzmirin en büyük çöplüğünde yok olsaydım. Beceremedik sevgilim, senin nefesinde daireler halinde havaya karışıp sönmeyi ben de isterdim. Ama olmadı. Affetme kendini.

13 Mart 2016 Pazar

Özgecan...

            Güzel bir gün, uyandın. Yüzünü yıkadın, su ılık, havlu yumuşak. 20 yaşındasın daha, belki de kalbini kırmış hayırsız bir sevdiğin var ama aldırmıyorsun. Sana bakmaya kıyamayan, sevmeye doyamayan ailenle kekik kokulu, huzur dolu bir kahvaltı ediyorsun. En sevdiğin giyisileri üzerine geçirip çıkıyorsun sokağa. Belki okula, belki sinemaya, belki de sen bile bilmiyorsun nereye gideceğini. Gençsin, kanın damarına fazla. Nefesine ciğerin yetmiyor, öyle kıpır kıpırsın ki. Akşam vakti evin yolunu tutuyorsun, belki yorulduğundan, belki de üşendiğinden, bir minibüse biniyorsun.

            Duraklar ilerliyor, insanlar bir bir azalıyor. Hayat işte, tek sen kalıyorsun minibüste. Bir de direksiyondaki cibilyetine incir ağacı diktiğim herif kalıyor. Yol şaşıyor, gittiğiniz yol sizin eve çıkmıyor. Silahsızsın işte, 20 yaşında bir kadının ne gibi bir silahı olabilir ki? Bağırıyorsun. Fayda etmiyor. Yol bitiyor, belki de hiç bitmemesini dilerdin ama bitiyor. Yolun neden şaştığı netleşiyor. Kocaman elleri, canavarlaşmış gözleriyle üstüne üstüne geliyor darağacına su döktüğüm şerefsizi. Nasıl direnilir bilmiyorsun. 20 yaşında bir kadın nerden bilsin direnmeyi. Tırnaklarını geçiriyorsun. Tırnakların o şeref yoksununun etleriyle doluyor. Ağlıyorsun, ağlamaktan daha iyi bildiğin bir acılanma şekli yok. Olsa kesin öyle tepki verirdin ama yok. Öğrenmedin daha, 20 yaşında nasıl öğrenilir acılanmak. Avazın çıktığınca bağırıyorsun. Avazın çıkıyor, tırnakların etle doldu. Yok... Ne gelen, ne giden, ne sesini duyan yok işte.

         İnsan acıya ne kadar direnir bilinmez ama sen 20 yaşında bir kadın olarak haddinden fazla bile dayanıyorsun. Son nefesinde yaşanmamış ve yaşanması daha da mümkün olmayacak güzel günleri veriyorsun. Ardından kıyametler kopacak, bilmiyorsun.

        Kadının ölüsüne-dirisine tahammül edemeyen o şeref yoksunu, tırnaklarında kalan etlere göz koyuypr bu kez. Derdi başka da olsa, derdi kendi kıçını kurtarmak da olsa, caniliğinden asla ödün vermiyor ve ellerini kesiyor. Ulan 20 yaşındaki kadının ellerinden ne istenir ki? O da yetmiyor, bedenine türlü işkenceler yapıp bedeninden ayırdığı ellerini ayrı yakıyor. Yakıyor be, bildiğin cayır cayır ateşle yakıyor.

      ...............


      Yazarken yüreğimdeki sızı elimi titretti. Yaşarken nasıl yandı canı kim bilir. Kimse bilmez, 1 yıl geçti, kimsenin anlamaya da niyeti yok. Özgecan Yasası dediler, hala yürürlükte değil. 1 yılda nice Özgecan'lar kayıp gittiler elimizden. Biz ne yaptık? Çok sinirlendik, nefret ettik, kınadık, kadınıyla erkeğiyle beraber sinirlendik ama küçümsemeyin. Sonra mı? Unuttuk. ''Unutturmayacağız!'' diye meydanları inletirken, unutturdular bize. Affetme bizi Özgecan. Affetmeyin bizi Özgecanlar! Özellikle bizi, hemcinslerinizi affetmeyin. Savunamadık, arayamadık hakkınızı. 

5 Ocak 2016 Salı

İYİ Kİ DOĞDUN

Hayallerin ile yaşa istiyorum...
Yaz, çiz, boya, sil gerekirse...
Ama sende kalanın sana faydası yok. Senden öte olduğunda anlamlı olacak her şey, inan!
Bu hikayeyi şimdi ben başlatıyorum.
Avuçlarının arasına bir kelebek yerleştirdim farz et.
Bundan sonrası sen de!
Vakit buldukça, istedikçe, aklına estikçe...
Üç beş cümlede olsa 'buraya' yazıver...
Paylaşmak istediğinde paylaşırsın, istemezsen kimse bilmez...
Ben bile! (Ayarlardan link adresini değiştirebilirsin.)
...
Yeni yaşın sana bir sürü hayallerle gelsin, çünkü ben onları yazacağın ve hatta gerçekleştirdikçe de yazmaya devam edeceğin online-defter veriyorum sana... :)
İyi ki doğmuşsun Maciiidem!
İyi ki tanışmışız, yollarımız kesişmiz...
Kalbime dokunduğun her an için teşekkür ederim.
...
Hayatın böyle bir yer olduğunu kabul edip,
Kaybetmeyi bir yenilgi görmeden,
Her yeni sabahın bir umut olduğunu bilerek,
Her adımda biraz daha içine girerek hayatın,
Sen, sen olmaktan öteye geçip daha da mutlu olduğunda,
Bir kere daha 'iyi ki doğmuş olacaksın'...
...
Kaybederken de kazanmayı bilmek zorundasın.
İlmek ilmek işleyeceksin bu hayatı ve dönüp baktığında gülümseyeceksin.
İşte o zaman 'dünyalar senin olacak'...
...
Çok sev, kocaman gül, delice kahkahalar at!
İstediğin müziklere, şiirlere eşlik et!
Yepyeni kitaplarla, kelimelerle tanış!
Yeni insanlara, yeni hikayelere ortak ol!
Ailenle, sağlıkla, huzurla 'güzeldi' dediğin bir yaş geçir...
...
İyi ki doğdun odamın hemşiiiresi ...


İyi Ki O Kuyuya İndim

Epey oldu yazmayalı. Hayatın akış hızı ışık hızını zorlayınca kalemim yetişemedi. Biçare bense mecburen akışa bıraktım kendimi. Mütevazi hay...