Yorulduğunu hissedeli çok olmuştu oysa. Bununla başa
çıkmayı, etrafa çaktırmadan halletmeyi öğrenmişti. Sabah kalkar soğuk bir duş
alır, sadece kendisine enerji veren ve etraf tarafından beğenilmeyen saçma
şarkılarını dinler, ardından makyajsız ve sıradan yüzüne aynada bakarken “sen
güçlüsün” derdi. Kocaman ve sahteliğini yalnızca kendisinin bildiği gülümsemesini
yüzüne yerleştirir çıkardı yola. Hava güzelse mutlaka yürürdü. Sımsıkı sarılırdı
dostlarına, kemiklerini kırarcasına, aylar sonra sarılmışçasına sarılırdı,
aslında her gün gördüğü canyarılarına. Önceleri gözünün içine güneş kaçmış gibi
gülerdi, öncelerini unutmuş dostlarını ve biraz da kendini tatmin etmek için
içten gülümsemeye çalışarak konuşurdu. Daha az önemser olmuştu her şeyi. Eskiden
olsa günlerce içine dert edeceği çok şeyi bi “siktiret” kelimesine sığdırmıştı.
Şen kahkahalar atmayı hep sevmişti kadın, ama sonraları attığı şen kahkahaların
çoğu hissettiğinden değil alışkanlıktandı. Buna da alışmıştı. Bütün gün
insanlara salça olur, kafalarını ısırarak severdi. Tuhaf sevme biçimleri vardı,
inkar etmezdi kadın. Olağan sevme biçimlerinin suyunu çıkardığı için kendine
özgü yöntemler bulmuştu. Belki de tek keyif aldığı şey buydu, tuhaf sevmek. Böyle
geçip giderdi günler, akşama doğru pili biterdi, “ günün yorgunluğu” der
geçiştirirdi, ruhunun yorgunluğunu. Tüm bu kurmaca bitip yastığa başını
koymazdan önce sabah kendine güçlü olduğunu söylediği aynanın karşısına geçip “bugünü
de atlattık” derdi. Yastığa başını koyduğunda beyninin sızısını kontrol altına almaya çalışmaktan bir daha yorulurdu. Bazı zamanlar yastığı gözyaşları ile ıslanırdı,
gözyaşlarını ruhunun teri olarak tanımlar kendine dert etmezdi. Sonraları,
ağlayamadığı zamanlar geldiğinde ruhunun terini özleyeceği günler olacaktı.
Günler bu şekilde geçip gitti. Ne kadar böyle devam ettiğini
kendisi de hesaplayamadı, zaman ondan kendini çalmaya başlamıştı ve kadın bunu
fark ettiğinde, yarımdan da küçüktü. Tek başınaydı, her zaman olduğu kadar tek
başınaydı aslında ama eskiden yarımdı, şimdi ise yarımdan da küçük. Ruhu küçüldükçe
pil ömrü azaldı. Eskiden enerji bulduğu saçma şarkıları onlarca kez dinlese de
yetmiyordu. Günün en saçma saatinde pili bitiyor, kimseler anlamasın diye
kendine kaçıyordu. Eskiden konuşmaktan ağrıyan çenesi artık ruhunun terini
tutmak için sıktığı dişleri yüzünden ağrıyordu. Eskisi kadar iyi rol
yapamıyordu kadın ve küçülmüş ruhunu henüz tanımadığı için pilinin bitiş
zamanını hesaplayamıyordu. Önceleri etrafa karşı verdiği savaşa şimdi bir de
kendine karşı verdiği savaş eklenmişti. Her an sönen gülüşü, yarım kalan
kahkahaları, ansızın kesilen sesi… Kendisiyle yaşamak da yorar olmuştu kadını. Sustukça
susuyor ve susmanın en kötü alışkanlık olduğunu bile bile bu kötü alışkanlığa
bağlanıyordu. Tek değişmeyen huyu tuhaf sevme biçimiydi. Bir de “siktiret”
demeleri.
Dişlerini sıka sıka tuttuğu ruhunun teri de terk etmişti
onu. En fazla gözü doluyor onu da serçe parmaklarını göz pınarlarına bastırarak
hallediyordu. Çocukken öğrenmişti serçe parmaklarını göz pınarlarına
bastırmayı, küçükken öğrendiği en değerli şeyin bu olduğuna karar verdi. Küçükken
de sevmezdi, ruhunun terini herkesin görebileceği yerlerde akıtmayı. Bu yüzden öğrenmişti bu küçük ama etkili taktiği.
Zaman akıp giderken kendisini akıntıda aşınan ve aşındıkça
azalan bir kaya gibi hissetmeye başladı. Akıntı yumuşak olan herşeyi alıp
götürürken, en sert kısımlarını ona bırakıyordu. Kaya gibi sert olmak güzeldi
ama zarar vericiydi. Hem kendisine, hem de o kaburgalarını kırarcasına
sarıldığı dostlarına.
Ne yapacağını bilmez, küçülen ruhuna yabancı, halinden
şikayetçi ama eylemsizdi. Bu ne kadar böyle devam edecek bilmeden koydu başını
yastığa. Ruhunun terini dilendi Allah’dan. Bildiği tüm duaları ruhunun teri
için okuduktan sonra ancak gözleri doldu. Bugünü de atlatmıştı ama yarın? Bunları
düşünürken uykuya daldı. O an hayatında en huzur bulduğu şey, açık balkon
kapısından içeri süzülen ve ruhunu okşayan rüzgardı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder