29 Ağustos 2018 Çarşamba

DoksanDokuz


Ellerimde bir portakal kokusu var, oysa aylardan ağustos ve kime sorsanız ben portakal sevmem. Ellerimde bir portakal kokusu, ne kadar yıkasam da çıkmaz. Anneme koklatıyorum almıyor kokuyu, Tanrım eminim ellerim portakal kokuyor! Halbuki Allah şahidim olsun portakal yemedim. Zaten aylardan ağustos ve ben portakal sevmem.

Sırtımda bir kambur var, kimse görmüyor. Tıp biliminin henüz haberi yok ama benimki “iç kamburu”. Böyle zamanla ruhunuz kamburlaşıyor. İçiniz ağırlaştıkça beli bükülüyor ruhunuzun. En kısa zamanda iyi bir tabip bulup ona denek olacağım. Dünya tıp tarihine geçeceğiz birlikte. Ruhu kambur ilk insan değilimdir belki ama dile getiren ilk insan olacağım. Ve hatta işi ilerletip “Kambur Ruhlar Kulübü” kuracağım. Bizi fark etmek zorundasınız.

Aklımda bir sökük var, dikiş tutmuyor. Ne çok denedim dikmeyi bir bilseniz. Her türlü iğne iplik kullandım. Çapraz diktim, düz diktim, en ince iğnelere en ince iplikleri geçirdim fayda etmedi. Çok soğuk bir mart gecesinde İzmir’e olağanüstü bir mavi kar yağarken söküldü aklım. Sonra hiç dikiş tutmadı. İki yakası bir araya gelmeyen duydum da, aklının iki ucu bir araya gelmeyen var mıdır benden başka. Umuyorum yoktur çünkü severim ender acıların kahramanı olmayı.

Kirpiklerimin ucunda perdeler var. Gözüm açıkken görmeyişim bu yüzden. Tüy kadar hafif ve dışardan görünmeyen çiçekli perdeler. Bakıp görmeyişlerim, tepkisiz gülüşlerim bu yüzden. Gözlerimin içinde bir çift güneş var, göremezsiniz. Ah bir görseniz, perdelerimi indirirsiniz. Bu yüzden asla görmeyeceksiniz.

İçimde silinmeye yüz tutmuş Didem Madak satırları; “Gözyaşlarım bitse tespih tanelerim vardı, tespih tanelerim bitse gözyaşlarım… Saydım, insanın doksan dokuz tane yalnızlığı vardı…”.

İyi Ki O Kuyuya İndim

Epey oldu yazmayalı. Hayatın akış hızı ışık hızını zorlayınca kalemim yetişemedi. Biçare bense mecburen akışa bıraktım kendimi. Mütevazi hay...